1 Eylül 2010 Çarşamba

QAF KÜNDIR (Kabak Kafa)

QAF KÜNDIR

Dışarıda sağanak bir yağmur vardı. Hava soğuk değildi. Mevsim bahardı. Daha yarım saat öncesine kadar ortalık, şimdi yağmur yağmasına rağmen tam tersine günlük güneşlikti. Olan deniz mavisi gökyüzüne olmuş, mavişlik karamsar bir ressamın gazabına uğramıştı. Ressam paletine döktüğü bir yığın gri ve koyu renkli boyaya fırçasını batırıp, fütürsüzce gökyüzüne dayadığı düştü düşecek olan merdiveninin üzerine çıkarak, kar beyazı pamuk bulutları yer yer karalara boyamıştı. Ortaya çıkan kötü denebilecek, insanın içini karartan tablonun ardından da, aşinası olduğumuz, istenmeyen misafir çıkageldi. Yağmur gök gürültülerinin eşliğinde, dayatmacı konukluğunu, askeri bir darbe gibi ilan ederek, damlalar halinde yeryüzüne hücum etti. Yağan yağmurla birlikte, henüz siyasi seçim zamanı yaklaşmadığından, ikamet ettiğim gecekondu mahallesinde patikalığını koruyan eğreti yollar, alabildiğine çamurlaşırken, her tarafa “sadık yar kara toprağın” güzel doğa kokusu burcu burcu yayılıyordu.
Burası ülkenin dört bir yanından daha iyi bir yaşam gayesiyle akın eden, yüz binlerce yoksulun yerleşim yeriydi. Dağ taş köyden şehre göç ederek, umut yolculuğuna çıkan bu zavallı insanların, iki gün gibi kısa bir zaman zarfında inşa etmeye çalıştığı barakavari, derme çatma ve bir devedeki eğrilikleri aratmayan, binlerce eğri büğrü evle dolup taşmıştı. Evler adeta bulundukları dik yamaçlarda, birbirlerinin üstüne yuvarlanacaklarmış gibi bir intiba veriyordu. Her evin, taşlarla sur gibi örülmüş, irili ufaklı bahçesinin içinde; yoksulluklarını sembolize edercesine bir kaç tane cılız, ileriye dönük yatırım olarak gördükleri ağaç fidanı da eksik değildi. Yıkılma korkusu ile çarçabuk yapılan bu evler, yerden mantar gibi bitiyorlardı. Kafalarını sokacakları bir evlerinin olmasının ardından, bu yoksul insanların yaptığı ilk iş, hemen ekmeklerini kazanma kaygısıyla, Ankara’nın paylaşım kazanına kevgirlerini daldırmak üzere kollarını sıvamalarıydı. Eğitimde, belirleyici bir kesimi eksi sıfırlarda bulunan bu insanlardan pek çoğu; pazarlarda hamallık yapıyordu. Bir küfe ayarlayan her ev reisi; pazarlarda lüks giyimli, kabarık cüzdanlı tin tin yürüyen bayanların peşinden onca ağırlığı iki büklüm olmuş bir halde tısılıyarak koşturuyorlardı. İnsanların parası var diye yiyeceğini dahi başkasına taşıtmaları çok garipti. Ekmek parasını böylesi güç koşullarda kazanarak, çocuklarının karnını yarım yamalak doyurabiliyorlardı. Kimileri de inşaatlarda amelelik yaparak, sırtladıkları ağır çimento torbalarını akşama kadar, zemin kattan dördüncü beşinci katlara taşıyıp, geçimlerini el birliği ile kıt kanaat ta olsa sağlamaya çalışıyorlardı. Asiliği kendi taraklarının bezi yapmadan, yine de yaratıcılarına binlerce kez şükrederek, yoksulluklarının vermiş olduğu eziklikle boynu bükük, kendi köşeleri olan fakirhaneleri gecekondularında kendi değer yargıları dahilinde yaşamaya çalışıyorlardı.
İşte çamur içinde kalan bu patika yollardan birinde yürürken, yağan yağmura her nedense o gün hiç aldırmıyordum. Ben de bu insanlardan biriydim. Kısa bacaklarımla uzunca olmayan adımlar atarken, ayağımdaki Sümerbank’in Beykoz kunduralarına bulaşan onca çamura da aldırdığım yoktu. Ayağımdaki ayakkabılardan hepten gına gelmeye başlamıştı, bir yerde “gayrık yeterdi.” Onları hiç mi hiç sevmiyordum. Yırtmak için elimden geleni yapıyordum, ama gel gör ki bana mısın demiyorlardı. Bu ayakkabılar varlığı tartışma konusu olan prestijimi de daha bir alt kademelere indirip, iyiden iyiye marjinalleştiriyordu. Oh olsundu, çamurlara batıp çıksınlardı. Ben onlardan nefret ettiğim halde, babam Heyderi Hecike, her okul döneminde Ulus Meydanı’ndaki Sümerbank mağazasına uğrar, bu dizayn fukarası dünyanın en çirkin ayakkabılarından bana hiç sormadan, beğenip beğenmediğimi ise hiç göz önünde bulundurmadan, sanki kendisi giyecekmiş gibi, her defasında ucuz ve sağlam olduklarından dolayı, bir çift daha alırdı. Beykoz kunduraları oldukça sağlam olmalarına rağmen derilerinde her nedense bir gariplik vardı. Alındıktan en geç bir hafta sonra taşlara her değmesinde üstleri pötür pötür yara gibi kavlar, boyandığında ise garip bir hale gelirlerdi. Ama bunlarla dağa da çıksan yırtılmak nedir bilmezler, altı falan kolay kolay sökülmezdi. Dolayısıyla ayaklarımın prangası olan bu çirkinlikler, ayaklarımda yırtılmadan kalmakta inatla direnirlerdi.
O zamanların benini, affınıza sığınarak yine de fazla övgüye kaçmamaya özen göstererek (hoş övgülük bir yanım olsa olurdu belki), ben anlatmaya çalışırsam ki, bu durumda başkaca bir seçenek yok, öyleyse:
Kısa boylu (hoş şimdi de selvi boylu değilim, benimki de laf mı), on dört yaşlarında, hani çelimsiz olduğum yetmiyormuş gibi, birde bal kabağını andırır büyükçe de bir kafam vardı. (Belki de kafamdan dolayı olsa gerek, cennetten gelmiş olsa da, kabak yemeğini hiç sevmedim, hep kabak tadı verdi. Ama iyi yapılmış bir krem şantili kabak tatlısına da hayır demem. Fakat bunun yanı sıra bir gerçek daha var ki o da cennete gidecek olanları her gün kabaklı yemekler bekliyorsa cennetin hiç bir cazibesi kalmaz.) Bu kafa yapısına, bizim yöredeki Türk Köyleri halis mulis “Kürt kafası” diyorlardı. Kafanın arka kısmında kürtçede “qotik” denilen bir çıkıntı tüm albenisi ile hakimdi. Babam Heyderi Hecike sağ olsun, Allah ömrüne ömür katsın, açığı kapatmak için merak edip bu çıkıntıyı soranlara:
“Efendim benim oğlum çift akıllı, kafasının arka kısmında görmekte olduğunuz çıkıntı o yüzdendir.” der ve bendeki bu fiziki mazuratı, böylesi övgü yüklü bir böbürlenme ile kapatırdı.
Ve yine kürtçede aynı kafa yapısına “kaf çakuç” veya “kaf qündır” denildiği de oluyordu. Birde “kaf şönik – tokaç kafa” denilen bir kafa yapısı vardı ki, bu kafa modeli arkası tokaçla vurulmuşçasına dümdüz olduğundan, bu ismi almıştı. Yine kürtçede bir de “kaf tujik” denilen bir model vardı. Tujik bilindiği gibi sivri anlamındadır. Bizim köyün Qolit tepesini tanıyanlar bu kafa yapısının bu meşhur ve sık sık sözünü ettiğimiz ve bir yerde şahsen hayranı olduğum, sevdiğim bu tepeyi andırır. Tujik kafa yapısının en iyi modeline (hatırlayanlar bilir), rahmetli Murıq sahipti. Bu durumda ben kendi kafa modelimi başka bir alternatifim olmadığından dolayı, her zaman için yeğledim, zevkler ve renkler farklı olsa da. Tabii söz konusu kafaya hala sahibim, çok araştırmama rağmen değiştirme gibi bir olasılığın maalesef olmadığını gördüm. Lakin zamanla saç modelimi değiştirerek, kafamı kabaklıktan az da olsa kurtardım, yoksa her an kabak seven birileri, kafamı kabak sanıp koparabilirdi. Qotik sorununu da hep sırt üstü yatmaya özen göstererek, akıl sayısını bire indirme pahasına da olsa (Gerçi bundan sonra başarı grafiğimde bir hayli düşüşler olmadı değil), biraz olsun rütüşledim. Zeka oranındaki azalma olsa da, kabak sevenlerin saldırı tehlikesini de bertaraf ettim. Yumuşak karakterli ve oldukça da duygusaldım. Belki bir o kadarda romantiktim, kel başa (kabak başa da diyebiliriz) şimşir tarak olsa da. Duygusallık ve romantiklikte, çok şükür bir erozyona uğramadım, tam tersine bu daha da gelişti ve ben oldum olası bunu hep insani bir yön ve meziyet olarak gördüm. Hissiyatın insana mahsus olduğu kanaatini taşıdım ve bunu insanlarda hep secde edilecek bir erdem olarak kabullendim. Hani dış görünümüm öyle ahım şahım olmasa da, övgü kısmına geçecek olursak; yüreğimin ev sahipliği yaptığı duyguların güzel olduğunu söyleyebilirim. Fazla övgüye kaçmadan, ne yiğidi öldürelim, ne de hakkını yiyelim ama işin gerçeği ve belirgin naçizane özelliklerimden biri, insani yönümün ağır bastığıydı. Bu kadar anlatımla gözlerinizin önünde, uzaylı olmasa da, herhalde ucube bir şeyler canlanmıştır. İşte o benim. Bana ne diyebilirsiniz elbette. Ama benim de beni anlatmam gerekiyordu. Onca hikayeden sonra bir de kahramancık ben olayım dedim, lakin zor bir işe giriştiğimi de bu arada itiraf edeyim.
Bu yağmurlu bahar günü okulumun son günüydü. Biraz önce karnemi almış ve bu iş burada bitti deyip, derin düşünceler içinde, ıslana ıslana kaldığım evin yolunu tutmuştum. Ankara’nın Şentepe adlı mahallesindeki bu serüvenim de böylelikle sona ermişti. Şentepe Çalışanlar Ortaokulu’ndan, çok çalışan biri olmasam da, sonuçta öyle veya böyle mezun olmuştum. Bundan sonra ne yapacaktım, hangi mahallede hangi okula gidecektim, benim için tüm bunlar birer muammaydı. Karar merci-i yine Beykoz Kunduralarının alıcısı sevgili babam Heyderi Hecike’ydi. “Gün ola devran döne” diyerek bekleyecektim.
1970 yılı baharının ardından, Büyük Camili Köyü İlkokulunun dördüncü sınıfını yeni bitirdiğimde, tahminen on yaşındaydım. Henüz on yaşında olmama rağmen babamın gözünde, o güne değin hiç çocuk olarak görülmemiştim. Çünkü; babam kendi çocukluğunu yaşama gibi bir lükse sahip olmadığı için, bu konudaki empatiden bihaberdi ve haliyle her beşerin geçirdiği bu sürecin ne olduğunu, ne yazık ki bilmiyordu. Ona göre evin tüm sorumluluğunu, evin büyüğü olarak, benim çoktan üstüme almam gerekiyordu. Tarlaya tapana koşturmalıydım; çocukluk, oynamak, sevgi, şefkat ve benzeri şeyler de oldukça gereksiz, kof kavramlardı. On yaşındaki bir çocuk olduğuma göre (pardon yetişkin), Qolit Tepesinin altlarında, Hevşi Velo’da ve Kemikli Kuyu bölgesinde bulunan tarlalarımızın yerini, kaç dönüm olduklarını, o yıl nadasa mı bırakıldığını, yoksa ekili mi olduğunu bilmem gerekiyordu. Ben bunların yerini bir türlü öğrenemedim ve hala da bilmiyorum. Babamın vaatlerine göre bunlar ileride benim olacaktı. Her şey çocukları içindi ve günde on kez Cuma namazlarında verilen vaiz gibi, babam tarafından tüm bunlar nasihat olarak bıkıp usanmadan tekrarlanırdı. Çocukluktan ve oyundan uzak geçirilen dört aylık bir okul tatilinin ardından, okul zamanı yeniden geldi ve o yıl ilkokul beşinci sınıfa devam edecektim. Okulların açılmasına bir gün kala, ışıl ışıl aydınlık güzel bir öğlen vaktinde; Kesikköprü Köyünü geçip, Büyük Camili Köyüne doğru Ziyaret Yokuşunu ardında simsiyah bir eksoz dumanı bırakıp, zorlanarak tırmanan Aslani Usi Cumo’nun emektar dolmuşunda, üç tanede yabancı misafir vardı. Camili köyüne ilk defa gelen misafirler, etrafa meraklı gözlerle bakarken, bir an evvel aldıkları evrakta adı yazılı olan köye varmak istiyorlardı. Bu köy; Bala ilçesinin köylerinden, benim köyüm nami diyar Cami Kebir Köyü’ydü. Ortada oturan Meryem Hanım henüz on yedi yaşında olmasına rağmen, mahkeme kararıyla yaşını büyütüp; öğretmen olmuş ve tayini bu köye çıkmıştı. Köye gelmeden önce, ailecek biraz köyü sorup soruşturmuşlardı. Söylenildiğine göre bu bir Kürt köyüydü. Anlatılanlarla haliyle yüreklerine bir korku gelip çöreklenmişti. Kurada kendisine çıka çıka bir yamyamlar adası çıkmıştı. Duyumları Kürtlerin medeniyet tarlasından çok uzak, ilkel ve vahşi yaratıklar olduğu yönündeydi. Din iman bunlarda hak getireydi, zurnada peşrev belki olasıydı ama maneviyat bunlarda ara ki bulasın. Peygamber, Kur’an tanımayan, her gün adam öldürmeyi kendilerine meslek haline getirmiş vahşilerdi. Ama görev yeri burasıydı ve başka da çaresi yoktu. Onca negatif anlatımın şokuyla, anne ve babası ile birlikte, Ankara Etlik Mahallesi’ndeki Eski Garajlar’da köyün dolmuşuna bindiklerinde, araçta bulunan köylülere ürkek gözlerle bakıp, korku içinde yerlerini aldılar. Dolmuşta bulunanlar her ne kadar kendi aralarında yabancısı oldukları bir garip dille konuşsalar da, araçta yerlerini almalarının ardından, ağır bir Türkçe aksanla kendilerini buyur edip, saygıda kusur etmediklerini gördüler. Bu kafalarındaki tüm soru işaretlerinin bir çalkantıya uğramasına yetmişti. Bu işte bir bit yeniği vardı. Anlatılanlarla bu insanların alakası yok gibiydi. Evet çoğu bakımsız, sakalları uzamış, dişleri sapsarı ve her ağızda bir kaç diş eksikti, ama Türk köylülerinin de bunlardan pek geri kalır yanları yoktu. Üstelikte ilk etapta çok misafirperver ve saygılı gözüküyorlardı. Biraz olsun rahatlamışlardı. Köylüler de genç bayanın öğretmen olduğunu duyunca, hepten şaşırdılar. Aslani Usi Cumo kanarya sarısı dolmuşuna binip, uluslararası taşımacılık yapan TIR şoförlerini aratmayan bir kasılma ile direksiyonun arkasına oturunca, aniden hiç tanımadığı iki bayan ve bir erkeğin arabasında yer aldığını gördü. Yanındaki yolculardan Küçük Camili’li Heyderi Bone’ye şaşkınlıkla dönerek:
“Elo bı Xude vana ki ni? – Yahu Allahını seversen bunlar kim?” diye sorunca Heyderi Bone, Aslan´ın kulağına eğilip:
“Ev jınka melima gündi veyi, jıne dın û merik ji; dê û bave melime nı. – O genç bayan sizin köyün öğretmeni, diğer kadın ve erkekte öğretmenin anne ve babası”.
Bunun üzerine Aslan sol kolunu direksiyona yatık tutup, sıkıca direksiyonu kavradı. Arkasına dönerek, yuvarlak yüzünde yer alan ışıl ışıl gözlerini daha da açarak, pala bıyıklarının altından yukarı doğru ustalıkla oluşturduğu bir eğri sayesinde, yüzüne yerleştirdiği ani hoş bir gülümsemeyle:
“Efendim xoş gelmişsiniz, köyümüze xoş gelmişsiniz. Biz de ne zamandır köyümüze bir muâlim bekliyorduk. Demek siz ögretmensiniz? Ne güzel ne güzel. Tekrar xoş gelmişsiniz. Yeriniz rehet midir? Eger orda rehet değilseniz! İsterseniz buyurun bu koltığe geçin!”
Dolmuşta bulunan yabancı misafirler, mütevazice hep birlikte kafa sallayarak:
“Evet, sağ olun. Hoş bulduk. Yerimiz oldukça rahat.” derken Aslan direksiyona dönüp, birinci vitese takmıştı bile. Büyük Camili’nin köy dolmuşu; yelkenler fora deyip, dar sokaklardan geçip, pek çok kırmızı, mavi, beyaz ve diğer renkteki aracı Eski Garajlar’da ardında bırakıp, “yamyamlar adası” Cami Kebir Köyü’ne doğru yola koyuldu.
İki buçuk saat gibi tozlu dumanlı bir yolculuğun ardından, nihayet hedefe varılmak üzereydi. Dolmuş Küçük Camili Köyü’nü daha yeni geçmişti ki, aslen Türk asıllı olan ama Camili’de tamamen asimile olup, kendi anadili türkçeyi bir Kürtten dahi daha bozuk bir aksanla konuşan emektar taşımacımız Aslani Usi Cumo misafirlere dönüp:
“İşte Xanimefendi bizim koy bu karşıdaki köydür. Köyümüz tahminen yüz elli hanedir. Hepimiz rençperlik yaparız. Bu da bizim işimiz. Biz de geçimimizi böyle sağlıyoruz. Ha koy de bir öğretmen daha vardır. Adı Memet öğretmen.”
Köy hakkında verilen bu detaylı bilgileri can kulağı ile dinleyen misafirler, yerlerinden doğrulup, yaklaştıkça daha bir belirgin hale gelen köye merakla bakmaya başladılar. Öğretmenin babası Mehmet Bey, Aslan’a doğru dönerek:
“Şoför efendi, köye geldiğimize göre, bizi mümkünse müsait gördüğünüz bir evin önüne bırakın. Artık orada ne yapacağımıza karar verir, nereye yerleşeceğimizi de araştırırız. Size zahmet olacak.”
Aslan uzun uzun düşündükten sonra bizim evi, yani Heyderi Hecike’nin evini uygun görüp, arabayı kapıya çektikten sonra, minibüsünün camından kafasını çıkarıp, evinin balkonunda oturup istifini bozmayan Heyder’e seslenerek:
“Elo Heyder Emi, mevane te heni, care veri vıra. – Haydar Amca misafirlerin var, zahmet olmazsa buraya gel.”
Herhangi bir misafir beklemiyorduk, bu gelenler de kimdi acaba diyerek, meraklı gözlerle dolmuş kapısının önüne üşüştük. Köye yeni bir öğretmen gelmiş olmasının sevinciyle, biz çocuklar arasında büyük bir coşku yaşanmıştı. Acaba nasıl biriydi, parmaklarımızı bir arada toplatarak cetvelle hızla üstüne üstüne vurur muydu? Bizi falakaya yatırır mıydı? Kürtçe konuşmamızı o da yasaklar mıydı? Bu ve benzeri pek çok soru gelip, kafamıza arılar gibi üşüştü..
Babam misafirlerimizi evimizin yukarı katına buyur etti. Hoş beş ve tanışma faslından sonra, öğretmenin babası ve annesi ikindi vaktinin namazını kılmak istediklerini söyleyince, babam, Mehmet Bey’e dönüp:
“Evet, namaz vakti geldi. Ben de namaz kılacaktım. İstersen abdest alıp, birlikte kılalım.” deyince; Mehmet Bey, hayret ederek babamın suratına bakmadan edemedi.
Mehmet Bey namazını kıldıktan sonra, mahcup bir edayla:
“Haydar Efendi; kusurumuza bakma ne olur. Bize buraya gelmeden önce, sizler hakkında çok kötü şeyler anlatılmıştı. Oysa siz de bizim gibi elhamdülillah müslümansınız ve aynen bizim gibi ibadet ediyorsunuz. Aynı Allah’a ve aynı peygambere inanıyorsunuz. Doğrusunu söylemek gerekirse, şimdiye kadar sizler hakkında anlatılan, ipe sapa gelmeyen söylentiler, çok abes şeylermiş. İnsanlar hakkında böylesi ön yargılar, ayrımlar şimdi iyi anlıyorum ki, çok kötü.”
Babam olup biteni, biz yamyamlar adasındakiler hakkında söylenenleri pek kestiremediğinden, Mehmet Beyin anlatımlarına pek kulak asmadı.
İki aile arasında sağlanan güven ortamının akabinde, Meryem öğretmenin kalması için köyde boş bir ev arandıysa da bulunamadı. Bunun üzerine babam bir teklifte bulunarak:
“Mehmet Bey; ev bulmak biraz zor. İstersen öğretmen hanım bizde, bizim evin yukarı katında kalabilir. O da bizim kızımız sayılır. Bizim için hiç bir mahsuru yok.”
Duygulanıp, gözleri buğulanan Mehmet Bey daha bir mahcup olmuş halde:
“Size nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Bu iyiliğinizin altından nasıl kalkarız, doğrusu onu da bilemiyorum. O zaman kızım size emanet. Ben de yarın Ankara’ya içim rahat ve kaygısızca dönebilirim”
İki aile arasında unutulmayacak bir dostluğun temelleri atıldı. Bizler onlara büyük bir saygı ve sevgi gösterirken, onlardan da aynısını görüyorduk. Birbirine bu denli yabancı insanların, böylesine kaynaşması ve kader birliği yapmaları doğrusu çok duygulandırıcıydı.
O yıl dahil olmak üzere Meryem öğretmen bizimle birlikte yedi yıl kaldı. Aynı yer sofrasında Allah baba ne verdiyse (çok çeşitli olmamakla beraber) yiyip içiyorduk. O da evimizin bir ferdiydi ve işin garip tarafı aynı tasa ikirciklenmeden kaşığını daldırarak çorbasını içmesiydi.
Ben de aynı yıl ilkokul son sınıfa gidiyordum. Derken koskoca bir yıl geride kaldı. Babam beni okutmak istiyordu, köyde ortaokul olmadığı için benim Ankara’ya gitmem gerekiyordu. Fakat Ankara’da evimiz yoktu. Ne yapacağımızı kara kara düşünedururken, olup biteni sezinlemekte gecikmeyen Meryem öğretmenin ailesi de, karşı bir teklifte bulunarak; benim de onların evinde kalabileceğimi belirtince, bana da Ankara Şentepe Mahallesi’nin dik yamaçlı, kışın iletişimin tamamen kesildiği, yılan kıvrımlı yolu gözüktü.
Bu mütevazi, görgülü insanların evinde üç yıl gibi bir süre kalarak, ortaokulu bu mahallede bitirdim. Onlarda kaldığım süre içinde kendilerinden çok şey öğrenmiş ve bu yaşta edindiğim ruhi şekillenmem daha sağlıklı olmuştu. Pek çok güzelliğe burada tanıklık ederek, bizzat yaşadım. Bu insanlara doğrusu çok şey borçluydum. Minnettardım, ufkum kendi ölçülerim dahilinde de olsa genişlemişti. Oysa hayat oldukça karmaşık ve çetrefildi. Cenneti hep veresiyeye bağlayıp, cehennemin yaşanması için elimizden geleni ardımıza koymuyorduk. Bugün yaşananlar da çok farklı değil. Her şey katmerlendi. Bugün dünü her dem aratır oldu. İnsanlığa verilen hep vaat hep vaatti. İcraat maalesef nafileydi. A dan Z’ye her şeyin gidişatı dur durak bilmeyen destursuz, mendebur bir gidişattı.
İnsanlıktan beklenen hep olumsuzluk mu olacaktı? Çetin Altan harikulade olan her yazısında, enseyi karartmamayı sağlık verir. Büyük sözü dinleyip böyle yapmaktan başkada çözüm getirecek alternatifimiz yok.
Bir yandan da o günlere dair acı tatlı anılar içimde depreşip durur. Anılar tiril tiril titrer, “qündır kafamda” yer alan gözlerimin önünden film şeridi gibi gelip geçerler. Bazen elimi atar bu film karelerinden bir kaçını yakalar ve akabinde dalar giderim. Dur durak bilmeyen, gem almayan duygu yoğunluğu, yerini yüce padişahtan ferman da gelse, kendisini tüm ağırlığınca ortaya koyar. Yüreğim bir hoş olur. Ömürden geçen her günün kendince bir hatırası vardı.
Hiç unutmam ortaokul ikinci sınıfa gidiyordum (müthiş bir kariyer değil mi?). Soğuk bir kış günü Ulus’tan Şentepe’ye gitmek üzere bu istikamete giden dolmuşlardan birine binmiştim. Yukarıda sözünü ettiğim meşhur kafamın verilerinden ve bir türlü düzeltemediğim aksanımdan (dilimi eşek arısı soksun hala düzelmedi), tıka basa dolu olan minibüsün şoförü “leb demeden leblebiyi anlamış” olacak ki, bana dönüp, faka bastırmak için kasten bozuk bir aksanla:
“Lo sen Kürt müsen? Ben de Kürdem, hele bir kürtçe konuş bakalım sen nasıl konuşuyorsun. Ben de sonra konuşurum.”
Rolünü çok iyi oynadığından ben de kendisine inanmıştım. Kısık ve ürkek bir sesle:
“Bilmem ne diyeyim ki” ardından da:
“Nawe te çi yi? Tû yi ji ku dere yi? – Adin ne? Sen nerelisin?” diye sorduğumda, tüm yolcular, hep bir ağızdan katıla katıla kahkahalarla
güldüler. Onca “hihi ve hoho” nun ardından, minibüs şoförü kendisinin benim kadar düşük bir seviyede olmadığını ima edercesine beni kandırdığını söyleyince; utancımdan, tongaya bastığımdan dolayı da hırsımdan kıpkırmızı oldum. Bugünü her ne zaman hatırlasam hala aynı utancı ve yüzümdeki renk değişimini yeniden hissetmeden edemiyorum.
O yıllar dünya insanlığı için oldukça zor koşulların hüküm sürdüğü yıllardı. Yaşanan her zaman biriminin kendisine özgü zorlukları var. Olanaklarımız bugüne kıyasla şaşılacak düzeyde kıt kanattı. Alınan yeni bir kurşun kalem, bir silgi dahi o güne farklı başlamamızı sağlıyordu. O gece gördüğümüz rüya dahi, adeta renkleniveriyordu. Bugünkü gibi alabildiğine tatminsizlik söz konusu değildi. O yaşlarda zincirleme platonik aşkların bini bir paraydı. Aşık olmak insanın hayata daha iyi tutunmasını sağlayacak kadar güzeldi. Hayalimizde her gün ulaşamadığımız yeni bir aşkımız vardı. Başımızda esen kavak yellerinin en tatlısıydı. En küçük bir şey dahi mutluluğumuzun ayyuka, hatta Paşa Dağının doruklarına çıkmasına neden olurdu. Oysa şimdilerde ne kadar da doyumsuzlaştık farkında bile değiliz. Heyhat deyip, hayıflanmamak elde değil. Güzelliklere bakan kör olduk. Tılsımlarımızı hepten ellerimizden uçup giden kuşlar misali yitirdik ki, bu pek hayra alamet değil. Yok oluşlar ağız tadımızın kaçması demekti. Keşkelerimizin sayısı bir tavus kuşu gibi bir hayli kabardı, her geçen gün iç çekişlerimize bir yenisini ekledik.
Oradan, buradan, okuldan öğrendiğimiz her şeyi hemen başkaları ile paylaşır bir yandan da bu kulaktan dolma bilgilerimizi, ukalalığımızı son kertesine kadar acımadan kullanır, bu konuda bihaber olan herkese, bilmişlik taslayarak aktarırdık. Böylelikle onlara neler bildiğimizi kanıtlamaya çalışırdık.
Demokratlığımızın üstüne yoktu. En demokrat, en solcu bizlerdik. Kendimizi kurtaramadan Don Kişotluğa soyunur, haksızlıkların üstüne öğrendiğimiz bir kaç kıçı kırık kelime ile yel değirmenlerine saldırır gibi saldırırdık. Benim en mutlu olduğum ve yüreğimin tüm yağlarının eridiği konumlardan biri de, kendi köylülerimden birini kendi paralelimde, kendi dünya görüşüme yakın görmekti. Böylesi bir çizgiyle köyümüz cahillikten, gerilikten ve çağ dışı olmaktan kurtulacaktı, en azından ben öyle sanıyordum. Dişe dokunur bir katkıda bulunmadan, alabildiğine romantik bir idealizm.
Çocuk yaşta Şentepe serüvenimle on iki yaşımda gurbetlikle tanıştığımdan, insan boğazından geçmeyen bir lokma gibi olan bu duyguyu da çok iyi bilirim. Bu nedenle de gurbette olanların da durumlarını göz önünde bulundurur ve kendi kendime onlar adına üzülürdüm. Şentepe de bulunduğum sırada bizim akrabamız olsun veya olmasın, askerde bulunanlara veya köyün dışında bulunan ve adresini edindiğim herkese mektup yazardım. Hele askerde olanlara yazmak en büyük mutluluğumdu. İçimden geçirdiğim keşkelerden biri de o mektupları saklamış olsaydım. Öylesine güzel mektuplardı ki. Benim için bu mektuplar; Tolstoy, Dosktoyevsky, Gorki, Stendal, Balzak klasikleri gibi klasiklerdi. Çoğu; “Çok değerli”diye başlar, bilinen “nasılsın, annen nasıl selam eder ellerinden öperim – Haydar Amca nasıl, selam eder ellerinden öperim. – Sen de ben kıymetsiz kardeşinden soracak olursan, hamt olsun iyim. Kestane kebap acele cevap…..” Ve herkese kebap olan kestanenin kokusunu da hissederek, acele cevap gönderirdim. İyi yönlerimden biri de insanları bekletmekten hoşlanmadığımdır(kendi mi fazla mı övmeye başladım yoksa…kusura kalmayın).
Amcamın oğlu Erol’la da mektuplaşıyordum. O zamanlar hala Şentepe’de Meryem öğretmenin evinde kalıyordum. Erol Avanos'ta kiremit fabrikasında çalışıyordu. O da köye izinli olarak geldiğinde, mintanında bulunan dokuz düğmeden altısını açıyordu (Bağrı yanık olmak kolay değildi). Günlerden bir gün Erol’dan bir mektup aldım. Mektup yukarıdaki klasik mektuplardandı. Fakat ilerleyen satırlarda sevgili amca oğlum mektubunu biraz geliştirmişti. Meryem öğretmenin annesinin adı Berna Hanımdı. Nasıl olmuşsa Erol Berna Hanımı hiç tanımadığı halde, adını duymuştu ve mektubunun satırlarına aynen şöyle devam ediyordu. “Aydın, Berna Teyzem nasıl? İyi ve rahat mı? O da ben değersiz kardeşini soracak olursa iyi ve rahatım. Aydın, Berna Teyzeme söyle aman ha aman beni hiç merak etmesin. Ben burada çok iyi ve rahatım. Mehmet Amcamın pamuk ellerinden öperim.” Ne kadar güzel, naif ve de klasik duygulardı bunlar. Hiç tanımadığın bir insanın, seni merak edeceğini düşünmek ve kırk yıllık dost gibi yazabilmek. Oysa insan çok samimi bir arkadaşına yazarken dahi, pek çok acabayı aşamayabiliyor. Medeni cesaret bu mu olsa gerek! Bu mektuplardan sadece bir tanesiydi. Atmayıp saklamış olsaydım dünyanın en iyi mektup arşivlerinden birine sahip olacaktım. Fakat yapılacak bir şey yok, olan olmuştu.
Sonuçta bunca öz eleştirinin, irdelemenin ve tek tük hatıranın ardından dönüp dolaşıp Şentepe’ye dönecek olursak; karnem elimdeydi ve son kez kalmak üzere, kaldığım evin yolunu çamurlara bata çıka yürüyordum. Köyümü, annemi babamı, kardeşlerimi, akrabalarımı, arkadaşlarımı çok özlemiştim. Ertesi gün ben de Aslani Usi Cumo’nun dolmuşuna binip sevinçle doğduğum köye ve özlem duyduklarıma gidecektim.
Babamın bana yeni bir Beykoz kundurası almasının zamanı yaklaşıyordu. Aradan dört ay gibi bir zaman su gibi akıp gidecekti. Babamla Ulus meydanından geçip, Sümerbank’ın mağazasına gittiğimiz zaman, babamın kafasında benim hangi okula, nerede gideceğim, onun kılı kırk yaran araştırması ile daha da netleşmiş olacaktı. Yeniden yer yer kabarıp, pörtük pörtük olacak olan bir Beykoz kundurasına kavuşmaya uzunca bir zaman kalmamıştı. Sayılı gün tez geçerdi. Yani istenmeyen vuslat, Küçük Camili Köyü’nden bakıldığında şipşirin görünen (Orada bir köy var uzakta, o köy benim köyümdür), istediğimiz oranda gidip gelemediğimiz Büyük Camili Köyü gibi uzak değildi. Kim bilir belki o günde yağmur yağabilir ve ben de yepyeni olan güzelim ayakkabılarımı, ihanet edercesine hemen çamurlara yatırabilirdim.

Amsterdam, 15 Eylül 2006

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...